top of page
IMG_8944.JPG

Anthony Bourdain: Yemeğin Politik Diline Yolculuk

  • Yazarın fotoğrafı: Melis Özyurt
    Melis Özyurt
  • 4 Eki
  • 3 dakikada okunur

Yemek, yalnızca bir tat, estetik ya da kültür meselesi değildir; aynı zamanda toplumsal ve siyasal bir pratiktir. İnsanlar ne yedikleriyle, nasıl pişirdikleriyle ve kiminle sofraya oturduklarıyla da politik ilişkiler kurarlar. Bir toplumun kimin doyduğu, kimin aç kaldığı, hangi ürünlerin erişilebilir olduğu gibi sorular, doğrudan iktidar ilişkilerinin içindedir.


The New Yorker
The New Yorker

Anthony Bourdain’in “There’s nothing more political than food” (Yemekten daha politik hiçbir şey yoktur) sözü, bu durumu çarpıcı biçimde özetler.


Yemek, bu anlamda bir ihtiyaçtan çok daha fazlasıdır: kimlik, aidiyet, güç ve adaletin iç içe geçtiği bir toplumsal sahnedir.


Siyaset bilimi açısından bakıldığında yemek, “kaynak dağılımı” ve “adalet” tartışmalarının merkezindedir. Tarım, su, toprak gibi kaynakların kimlerin elinde olduğu; gıda üretiminde kimlerin avantajlı, kimlerin dezavantajlı konumda bulunduğu, ekonomik olduğu kadar politik bir sorudur. Gıda egemenliği kavramı, bu bağlamda bireylerin ve toplumların ne yediğini belirleme hakkını vurgular.


Devlet politikaları, sübvansiyonlar, ithalat vergileri ya da ambargolar, bireylerin sofrasına kadar uzanan bir iktidar zinciri oluşturur. Bu zincir yalnızca üretim süreçlerinde değil, aynı zamanda kültürel kimliklerin şekillenmesinde de etkilidir.


Yemek, ulusal kimlik inşasında da önemli bir simgesel araçtır. “Türk mutfağı”, “Fransız gastronomisi” veya “Japon zen estetiği” gibi söylemler, yalnızca mutfak tariflerini değil, ulusal kimliklerin ideolojik temsillerini de içerir. Göç, diaspora ve küreselleşme süreçleri bu kimlikleri dönüştürür, melezleştirir ve yeniden tanımlar.


Bourdain’in seyahatlerinde en çok dikkat çeken şey, bu melez mutfakların hikâyelerini dinlemeye verdiği önemdir. Gittiği her yerde, yerel halkla birlikte yemek yer, onların yaşamını anlamaya çalışır.


Hanoi’de Barack Obama ile birlikte bir sokak lokantasında bún chả yerken, aslında diplomatik bir jestin ötesinde, “gastrodiplomasi” dediğimiz bir kültürel karşılaşmayı sahneler. Yemek burada, bir müzakere aracı hâline gelir; halklar arasında empati kurmanın ve yabancılaşmayı aşmanın bir yolu olur.


Bourdain’in politik duyarlılığı yalnızca diplomasi düzeyinde değil, toplumsal adalet bağlamında da belirgindir. O, gıda üretiminin arkasındaki işçileri, göçmenleri ve sömürü zincirlerini görünür kılar.


“If the army controls the entire flour supply… that’s already a political thing” (Eğer ordu tüm un tedarikini kontrol ediyorsa, bu zaten politik bir durumdur)

ifadesiyle yemek zincirinin bile baştan sona iktidar yapılarıyla örülü olduğunu söyler. Aynı şekilde, göçmen işçilerin restoran endüstrisindeki emeğini vurgulayarak göçmen karşıtı politikaları eleştirir: “Her restoran kapanırdı eğer göçmenler ortadan kalksaydı” der. Böylece yemek, sessiz bir politik sahne olmaktan çıkar; sınıf, emek ve eşitsizlik tartışmalarının merkezine oturur.


Yemek ve siyaset arasındaki ilişki, aynı zamanda direnişin de dilidir. Açlık grevleri, gıda boykotları, hatta yemek tercihleri üzerinden yürütülen çevre hareketleri, bedenin ve sofra pratiğinin politik bir eyleme dönüşmesidir.


Bourdain’in gözünden baktığımızda, yemek programları bile bu direnişin bir parçasıdır. Parts Unknown adlı programında mutfak hikâyelerini anlatırken, aslında “bilinmeyen parçaları” — yani marjinalleştirilmiş, sömürülmüş, susturulmuş kültürleri — görünür kılar. Onun kamerası, bir “mutfak penceresi” aracılığıyla dünyadaki güç ilişkilerini okumanın bir yoludur.


Sofralar, sadece lezzetin değil, aynı zamanda eşitliğin, adaletin ve dayanışmanın da mekânlarıdır. Yoksulluk, kıtlık veya gıda israfı gibi olgular, yalnızca ekonomik krizlerin değil, aynı zamanda etik ve politik krizlerin göstergesidir.


Bourdain, Wasted: The Story of Food Waste adlı belgeselinde, gıda israfını yalnızca çevresel değil, politik bir sorun olarak ele alır. Çünkü her atılmış ekmek, aslında adaletsiz bir sistemin parçasıdır. Bu perspektif, yemeği yeniden tanımlar: yemek, yalnızca “haz” değil, bir “sorumluluk” eylemidir.


Sonuç olarak, yemek sanatı ve siyaset birbirinden bağımsız iki alan değil, iç içe geçmiş toplumsal süreçlerdir. Yemek, bir toplumun kimliğini, iktidarını, değerlerini ve çelişkilerini yansıtan bir aynadır.


Anthony Bourdain’in söylediği gibi, “Stick with food, man. Stop talking about politics” diyenlere inat, aslında yemeğin kendisi politik bir dildir. Sofra, insan ilişkilerinin en kadim biçimi olarak, bizi yalnızca doyurmaz; birbirimize bağlar, çatışmalarımızı görünür kılar ve dünyayı anlamamız için yeni yollar açar.


Melis Özyurt



Kaynakça

Yorumlar


Bize Ulaşın

 

© 2035 by ARA. Powered and secured by Wix 

 

bottom of page