Türkiye’de Kadınların Liseden Sonra Yarıştan Çekilmesi: Görünmeyen Nedenlerin Haritası
- Ezgi Ülkü Aykut
- 4 Kas
- 10 dakikada okunur
Birçok genç kadın lise diplomasını eline aldığında, elinde yalnızca bir kâğıt değil, toplumun ona biçtiği sınırların özetini de taşır. O noktada karar verir: “Devam mı, durmak mı?”

Bu karar, çoğu zaman görünür sebeplerle değil, görünmeyen baskılarla alınır.
Ailesi “okuma” demese bile, sofrada edilen bir söz, komşunun bir bakışı, babasının “ben seni şehir dışında okutamam” cümlesiyle şekillenir.
Kadınların lise sonrasında eğitim veya istihdamdan çekilmesi, aslında “görünmez bir sosyal mühendisliğin” sonucudur. Bu mühendislik, kadını sessizliğe, utanca, yetersizlik duygusuna ve sonunda kendini geri çekmeye iter.
Bu makalede o sessiz mühendisliğin katmanlarını, az konuşulan, ama derinlemesine işleyen nedenleriyle açıyorum.
Aile İçi Mikro-Mesajlar: “Kızım, Aman Dikkat Et”
Türkiye’de hiçbir anne-baba “kızım, okumamanı istiyorum” demez; ama kızına gönderdiği mikro-mesajlarla o kararı zaten verir.
Kız çocuğuna sürekli “dikkat et”, “fazla konuşma”, “güvenli ol”, “kendini riske atma” denir.
Bu uyarılar, sevgiyle örülmüş olsa da, bilinçaltında riskten kaçınma davranışını kodlar.
Kadın, zamanla her adımında “ya yanlış yaparsam?” kaygısıyla yaşamayı öğrenir.
Bu kaygı, lise sonrası dönemde kendini açıkça gösterir: Üniversite tercihi yaparken “ya başaramazsam”, “ya kimseye anlatamam” korkusu ağır basar.
Oysa erkek çocuk, aynı durumda “deneyeyim, olmazsa dönerim” der. Toplumsal cinsiyet farkı, cesaret eşiğinde doğar.
Kadınlar, çoğu zaman cesaretten değil, koşullandırmadan yoksun bırakılır.
“Utanç Ekonomisi”: Kadının Görünürlükten Korkusu
Türkiye’nin birçok yerinde kadın için en büyük risk, başarısızlıktan çok görünmektir.
Kadın ne kadar görünürse, o kadar çok tartışılır.
Köyde, kasabada, hatta şehirde bile “kız el gibi davranmalı” baskısı, görünürlüğü tehlikeli bir alan haline getirir.
Bu durum, genç kadınların “yarıştan çekilmesini” hızlandırır.
Bir sınavda derece yapan, sahneye çıkan, bir fikrini yüksek sesle dile getiren kadın, hemen etiketlenir: “Erkeksi”, “fazla iddialı”, “kibirlendi.”
Kadınlar zamanla, başarının bedelini sessizlikle ödemeyi öğrenir.
Bu nedenle, bazıları bilinçli bir stratejiyle “kaybolmayı” seçer.
O kaybolma, bazen evlilik, bazen işten çekilme, bazen “okumadım ama mutluyum” cümlesine sığınmadır.
“Sosyal Miras”ın Sessiz Gücü
Kadınlar çoğu zaman kendi hayatlarını değil, annelerinin yarım kalmış hayatlarını sürdürür.
Birçok lise mezunu genç kadının kaderini, annesinin “ben de zamanında okumak istemiştim ama…” cümlesi belirler.
Toplumlar yalnızca genetik mirasla değil, duygusal ve davranışsal mirasla da yaşar. Türkiye’de birçok genç kadının lise sonrasında aldığı karar, kendi özgür iradesinden çok, annesinin yarım kalmış hayat hikâyesinin yankısıdır.
Birçok anne, “benim de zamanında okuma hayalim vardı ama…” diye başlayan cümleleri farkında olmadan kızının kulağına bir yazgı melodisi gibi fısıldar.
Kız çocuk, bu melodiyi duyar ama anlamını bilmeden ezberler; büyüdüğünde aynı cümlenin başka bir biçimini kendi ağzından söyler.
Bu sessiz aktarım bir tür duygusal gen aktarımıdır.
Anne kendi yaşadığı kısıtlanmayı “kızım zorluk çekmesin” diyerek, iyi niyetle yeniden üretir.
Bu noktada sevgi, farkında olmadan kontrol biçimine dönüşür.
Kız çocuğu, annesinin “koruma” niyetiyle sardığı bu görünmez çemberde nefes almaya çalışır.
Ve çoğu zaman üniversite sınavından değil, annesinin korkularından elenir.
Kadınların karar verme süreçleri üzerinde annelerinin etkisi, Türkiye’de babalarınkinden bile daha derindir.
Çünkü anne, kızına yalnızca sözleriyle değil, davranışlarıyla model olur.
Bir anne, kendi içinde “benim yerim evimdir” inancını taşıyorsa, o inanç kızının benliğine bir varoluş sınırı olarak kazınır.
Böylece kadın, kendini özgür zannederken bile aslında annesiyle yapılmamış bir hesaplaşmanın içinde yaşar.
Sosyologlar buna “intergenerational scripting” — yani kuşaklar arası davranış senaryosu — der.
Her kuşak, önceki kuşağın senaryosunu küçük değişikliklerle yeniden sahneler.
Kız çocuk, annesinin “ben yapamadım ama sen yap” dileğini duyar; fakat aynı anda “fazla gitme, tehlikelidir” uyarısını da hisseder.
Bu iki ses arasında sıkışır: biri ilerlemeye çağırır, diğeri korumaya çeker.
Bu içsel çatışma, birçok genç kadının üniversite kapısında geri adım atmasına neden olur.
Anadolu’nun küçük şehirlerinde yapılan araştırmalarda, kadınların yüzde 68’i “annemin onaylamadığı bir kararı tek başıma alamam” ifadesine katıldığını belirtmiştir.
Bu oran, aslında sosyoekonomik durumdan bağımsız bir duygusal bağımlılık zincirini gösterir.
Kadınlar annelerine duydukları minnetle, kendi kaderlerine yön vermekten vazgeçerler.
Çünkü “kızın kendi yoluna gitmesi” bir başarı değil, bir tür ihanet duygusu yaratır.
Toplumun sessiz yasası şöyledir: “Anneni aşma, anneni üzme, anneni geçme.”
Ancak annesini geçmeyen kadın, kendini de aşamaz.
Bu nedenle sosyal mirasın en tehlikeli biçimi, sevgiyle taşınan zincirdir.
Bu zincir görünmezdir, altınla kaplıdır, hatta bazen “saygı” diye sunulur.
Ama o zincir kırılmadan, hiçbir kadın gerçekten özgür değildir.
Bu noktada çözüm, suçlamada değil, şefkatli farkındalıkta gizlidir.
Kadınlar annelerini reddetmeden, onların yarım kalmış hikâyelerini fark edip tamamladıklarında toplumsal dönüşüm başlar.
Bir kız çocuğu üniversiteye adım attığında, aslında sadece kendi geleceğine değil, annesinin geçmişine de adalet sağlar.
İşte o an, sosyal miras bir zincir olmaktan çıkar, ışığa dönüşür.
“Toplumsal Onay Bağımlılığı”: Başkalarının Gözüyle Yaşamak
Kadınların eğitimden veya yarıştan çekilmesinin en az konuşulan nedenlerinden biri, toplumsal onay bağımlılığıdır.
Kız çocuk, çok erken yaşta dış onaya bağımlı hale getirilir: “aferin kızım, ne güzel giyinmişsin”, “çok usluymuşsun”, “kardeşine iyi bak.”
Yani takdir, çoğunlukla uyum üzerinden gelir.
Bu onay bağımlılığı, kadınların kendi potansiyelini bastırmasına neden olur.
Bir üniversite kazanır ama ailesi “çok uzak” derse, çoğu genç kadın “zaten ben de istemiyordum” diyerek kendi arzusunu inkâr eder.
Türkiye’de bir kız çocuğu, daha yürümeye başlamadan önce bir bakışın ağırlığını hisseder:
“Üstün kirlendi”, “yavaş yürü”, “utan kızım”, “misafir geldi, sessiz ol.”
Bu uyarılar, sadece davranışa değil — özsaygının inşasına kazınır.
Kadın, kim olduğunu değil, kim “olması gerektiğini” öğrenir.
Böylece varoluşu, kendi benliğinden değil, dış gözün merceğinden şekillenir.
Toplumsal onay bağımlılığı, kadınların yaşamında bir tür psikolojik yön tayfı gibidir:
Kendi iç sesinin değil, başkalarının beklentisinin pusulasını izler.
Bu bağımlılık sessizdir ama güçlüdür; kadın, çoğu zaman farkına varmadan “görülmeye” göre hareket eder.
Görülmemek, değersizliktir; fazla görünmekse tehdit.
İşte bu dengeyi tutturmak, kadının en zor mücadelesidir.
Kadın, “iyi kız”, “itaatkâr öğrenci”, “saygılı gelin” gibi kimliklerle ödüllendirilir.
Her “aferin” bir tuğladır; duvar örülür, adına uyum denir.
Ama o duvarın öte tarafında, kadının kendi sesi yankılanmadan kaybolur.
Bir kadın üniversite kazanır ve ailesi “çok uzak, olmaz” derse;
çoğu zaman “zaten istemiyordum” diyerek kendi arzularını sessizce gömer.
Bu, onay bağımlılığının en yaygın biçimidir:
Kendini korumak için kendi hayalini inkâr etmek.
Toplumsal onay bağımlılığı, sadece kırsalda değil, şehirde de görünür bir zincirdir.
Kız çocuk, büyük şehirde büyüse bile, sosyal medyada bile “fazla iddialı” görünmemek için filtresini dikkatle seçer.
Bir fotoğrafın altına “çok güzel” yazılmasından değil, “fazla mı açıldım” yorumundan korkar.
Modern çağın kadını artık köy meydanında değil, dijital meydanda denetlenir.
Bu da patriyarkanın güncellenmiş halidir:
Eskiden “komşular ne derdi”, şimdi “takipçiler ne der” oldu.
Onay bağımlılığı aynı zamanda bir aile içi roller ekonomisidir.
Kız çocuk, “anneyi üzmemek”, “babanın sözünü dinlemek”, “kardeşine iyi örnek olmak” için kendinden vazgeçer.
Bu fedakârlık kültü, kız çocuğuna sevginin koşullu olduğunu öğretir:
“Usluysan sevilirsin.”
Oysa erkek çocuk, “yanlış yapsa da erkekliğinden” bir şey kaybetmez.
Bu fark, toplumsal onayın cinsiyetli bir araç olduğunu gösterir.
Kadınlar, sevilmek için “doğru” davranmak zorundadır; erkekler, var oldukları için sevilir.
Kadınların lise sonrası geri çekilişi, çoğu zaman bu psikolojik borç duygusunun sonucudur.
Bir kız, ailesini, çevresini, mahallesini hayal kırıklığına uğratmamak için yarıştan çekilir.
Kendine değil, onlara karşı sorumluluk hisseder.
Bir çeşit kolektif vicdan rehinliği.
Ancak en büyük farkındalık şu noktada doğar:
Kadın, kendi yaşamında ilk kez “onay beklemeden” bir adım attığında, toplumsal yapı sarsılır.
O an kadın, sadece kendi hayatını değil, toplumun kadına biçtiği sessizliği de dönüştürür.
Onay bağımlılığından özgürleşmek, asi olmak değildir —
kendi gözünden bakmayı öğrenmektir.
Bu dönüşümün başladığı her yerde, bir kız çocuğu daha “evde kalmaz.”
Bir kadın daha, “beni ne derlerse desinler” diyerek hikâyesini yeniden yazar.
Ve toplum, o hikâyeyi artık sessizce izleyemez.
“Eğitimde Yorgunluk Sendromu”
Lise yıllarında kadın öğrencilerin başarı oranı yüksektir; fakat aynı zamanda tükenmişlik oranı da yüksektir.
Bu “başarı yorgunluğu” genellikle fark edilmez.
Sınav sisteminin baskısı, evdeki görevler, sosyal kısıtlamalar birleşince, genç kızlar liseyi bir maratonun sonu olarak görür.
Bu noktada “biraz dinleneyim, sonra devam ederim” derler — ama o ara bir daha bitmez.
Kadın öğrenciler, sürekli “iyi olma”, “örnek olma”, “disiplinli olma” baskısıyla yaşarlar.
Toplum onlara sadece başarı değil, kusursuzluk yükler.
Bu kusursuzluk yükü, özgürlüğün karşısına görünmez bir zincir gibi dikilir.
Kadın öğrenciler, genellikle eğitim hayatına yüksek motivasyonla başlar.
Küçük yaşlardan itibaren “sorumluluk sahibi”, “disiplinli”, “örnek” olmaları öğütlenir.
Ama bu öğütler, farkında olunmadan duygusal bir yük haline gelir.
Kız çocuk, yalnızca derslerde değil, evde, ilişkilerde, aile içinde de hep “iyi” olmalıdır.
Okulda çalışkan, evde anlayışlı, toplumda terbiyeli…
Bu bitmeyen görevler zinciri, genç kadını henüz 17’sinde, duygusal olarak 40 yaşında hissettirebilir.
İşte bu hâl, “eğitimde yorgunluk sendromu” dediğimiz süreci doğurur.
Kadınlar lise yıllarını yalnız sınav maratonu olarak değil, onaylanma maratonu olarak yaşarlar.
Her sınav notu, yalnızca akademik bir başarı değil, “değerli olmanın kanıtı” hâline gelir.
Bu koşullandırma, başarıyı özgürlük değil, yükümlülük haline getirir.
Ve sonunda kadın öğrenciler, mezun olduklarında “dinlenmek” ister.
Ama o dinlenme, çoğu zaman bir geri dönüşsüz ara olur.
Birçok genç kadın, lise bitince “zihinsel ve duygusal tükenmişlik” yaşar.
Toplum, bu yorgunluğu “isteksizlik” sanır ama o, aslında görünmeyen bir yanık izi gibidir.
Beden değil, ruh yanmıştır.
Kadın, sürekli “daha iyi olma” baskısı altında kendini kaybeder.
Çünkü ondan sadece başarılı olması değil, kusursuz olması beklenir.
Hiç ağlamayan, hep anlayışlı, derslerine odaklı ama “fazla iddialı” da olmayan bir denge…
İmkânsız bir formül.
Psikolojik araştırmalar, genç kadınların lise döneminde erkeklere oranla daha yüksek düzeyde akademik stres, anksiyete ve kendini değersiz hissetme eğiliminde olduklarını gösteriyor.
Bu duygusal baskı, kadınlarda “başarıdan kaçınma” davranışını tetikliyor.
Yani kadınlar bazen bilinçli olarak geri çekilerek kendilerini korumaya çalışıyor.
Çünkü rekabet artık bir fırsat değil, bir tehdit hâline gelmiştir.
Bu yüzden “bir yıl ara vereyim” cümlesi, çoğu zaman sessiz bir vedadır.
Eğitimde yorgunluk sendromu, yalnızca ders yüküyle değil, rol fazlalığıyla ilgilidir.
Kız çocuk, okuldan gelip kardeşine bakan, evi toplayan, annesine yardım eden kişidir.
Yani erkek öğrencinin bir tek “ders” rolü varken, kız öğrencinin birden fazla sorumluluğu vardır.
Bu çoklu rol yükü, zihinsel enerjiyi tüketir.
Ve kadının kendine sorduğu ilk soru artık “ne olmak istiyorum” değil,
“artık biraz dinlenebilir miyim?” olur.
Bu sendromun en sinsi tarafı, “başarıyla gizlenmesi”dir.
Yani en yüksek notları alan, en örnek öğrenciler, en yorgun olanlardır.
Toplum, onları “parlayan yıldızlar” olarak görür ama içlerinde ışıkları titremektedir.
Kadın, başarıya ulaştıkça kendine değil, başkalarına hizmet ettiğini hisseder.
Ve bir noktada “artık yeter” der.
Ama o “yeter” sözcüğü, toplumun kulağına ulaşmaz.
Çünkü kadınların yorgunluğu, genellikle sessizlikle kamufle edilir.
Bu döngüyü kırmak için, eğitim sisteminin kadın öğrencilerin psikolojik sürdürülebilirliğini de dikkate alması gerekir.
Yalnız ders programları değil, duygusal destek mekanizmaları da şarttır:
Rehberlik sistemlerinde toplumsal cinsiyet duyarlılığı, psikolojik dayanıklılık atölyeleri, “başarısız olma hakkı” üzerine farkındalık çalışmaları yapılmalıdır.
Çünkü her genç kadının yorgunluğunun içinde bir yeniden başlama arzusu vardır.
Yeter ki o dinlenme, bir vazgeçiş değil, bir yeniden doğuşa dönüşebilsin.
Kadınlar, “yoruldum” dediklerinde zayıf değil; aslında insan olduklarını hatırlatıyorlar.
Ve belki de en devrimci cümle şudur:
“Biraz dinleniyorum, ama geri döneceğim.”
“Evliliğin Kariyerle Yarışı”
Birçok genç kadının karşısında, üniversite sınavı değil; “evlilik teklifi” vardır.
Kırsal bölgelerde, lise mezunu bir kadının evlilik yaşı, üniversite tercih dönemine denk gelir.
Aile, “okursa geç kalır” diye düşünür.
Bu nedenle erken evlilik, sadece bir gelenek değil, bir zamansal tuzak haline gelir.
Kadın, zamanla evliliği bir “kariyer alternatifi” olarak görmeye başlar.
Bu, toplumun ona sunduğu tek tanınma biçimidir.
Bir diploma yerine “iyi bir evlilik” başarı göstergesi olur.
“Kadın Kadına Engeller”: Kız Kardeşlik Çelişkisi
Kadınların yarıştan çekilmesinde erkekler kadar bazen diğer kadınların da payı vardır.
Okulda, işte, mahallede “fazla özgür” bulunan genç kadınlar çoğu kez diğer kadınlar tarafından da eleştirilir.
Bu durum, kadın dayanışmasının önünü keser.
Toplumsal sistem, kadınları birbirine rakip olarak kodlar.
Sonuçta birçok genç kadın, dayanışma yerine uyum seçer.
Ve bu uyum, kendi potansiyelini bastırmanın en estetik biçimidir.
“Korkunun Biyografisi”: Şiddet Gölgesinde Tercihler
Bir kız çocuğu büyürken, evin içinde sessiz bir eğitim alır:
“Gece dışarı çıkma.”
“Kimseye güvenme.”
“Bir kadın dikkatli olmalı.”
Bu cümleler, sevgiyle söylenir; ama her biri zihne kazınan bir korku tohumudur.
Zamanla o tohum büyür ve kadının kararlarını yönetmeye başlar.
Böylece korku, sadece bir duygu olmaktan çıkar; bir kimliğe dönüşür.
Türkiye’de kadınların lise sonrası dönemde eğitimden çekilmelerinin ardında çoğu zaman bu sessiz korku mirası yatar.
Birçok genç kadın, şehir değiştirmek, tek başına yaşamak, erkek öğretmenlerle ders görmek, karma ortamlarda bulunmak gibi durumları riskli bulur.
Bu düşünceler, genellikle kişisel deneyimlerden değil, toplumsal hafızadan beslenir.
Kadın, kendi korkusunu değil, annesinin, komşusunun, haberlerde duyduğu bir kadının başına gelenleri taşır.
Böylece şiddet, doğrudan yaşanmasa da, her kadının hayatını biçimlendiren görünmez bir gölgeye dönüşür.
Bu gölge o kadar güçlüdür ki, kadın bazen güvenliğiyle özgürlüğü arasında bir seçim yapmaya zorlanır.
“Okumak istiyorum ama tek başıma şehirde kalamam.”
“Çalışmak isterdim ama iş yerinde tacize uğramaktan korkuyorum.”
“Yurt doluysa, eve taşınamam; komşular ne der?”
Bu cümleler, Türkiye’nin birçok genç kadınının iç sesi.
Korku, onları fiziksel olarak zincirlemez ama görünmez sınırlarla çevreler.
Sosyologlar bu durumu “içselleştirilmiş denetim mekanizması” olarak tanımlar.
Yani toplum kadını korumak bahanesiyle, korkutarak kontrol eder.
Bu korku bazen “namus” kavramı üzerinden, bazen “itibar” ya da “saygınlık” adı altında dolaşır.
Bir kız çocuğu, aslında “tehlike” değil, “ayıp” kelimesinden korkar.
Ayıplanmak, kadın için çoğu zaman cezalandırılmaktan bile ağırdır.
Bu yüzden, kadın kendi arzularını bastırır, risk almaktan kaçınır,
ve sonunda “korkudan kaçarken hayallerinden kaçar.”
Korkunun bu kadar etkili olmasının bir nedeni de, medyanın dili.
Televizyonda ya da sosyal medyada sürekli “kadına şiddet”, “tecavüz”, “cinayet” başlıkları dolaşır.
Ama bu haberler, farkındalık yaratmaktan çok, korkuyu sistematikleştirir.
Kadın, her haberle birlikte kendi sınırlarını biraz daha daraltır.
Sokaklar tehlikelidir, yurtta yangın çıkar, minibüste taciz olur, iş yerinde mobbing yaşanır…
Sonunda kadın, kendi güvenlik duvarını kendi elleriyle örer.
Ve o duvar, onu dış dünyadan değil, geleceğinden korur.
Korkunun bir başka biçimi ise duygusal ve ekonomik şiddettir.
Bazı ailelerde “kızın okumasına gerek yok, biz bakarız” sözü, aslında ekonomik şiddetin yumuşatılmış hâlidir.
Kadın, bağımlı kalmaya zorlanır.
Kimi zaman “babam izin vermez”, kimi zaman “nişanlım istemiyor”, kimi zaman “eşim kıskanır” denir.
Korku, bu noktada sevgiyle karıştırılır.
Kadın “beni seviyor, o yüzden koruyor” zanneder —
oysa korumak değil, kısıtlamaktır.
Psikolojik açıdan korku, sürekli uyarılmış bir sinir sistemidir.
Kadın, her kararında olası riskleri hesaplar, kendini güvene alır,
ama o güven alanı gittikçe daralır.
Bu yüzden birçok kadın, “rahatlık” ile “özgürlük” arasındaki farkı fark etmeden yaşamını sürdürür.
Rahat olmak, kontrol altında olmaktır;
özgür olmaksa, belirsizlikle dans etmektir.
Ve toplum, kadına dans etmeyi değil, oturmayı öğretir.
Bu kısır döngü, ancak korkunun kaynağıyla yüzleşerek kırılabilir.
Kadınlara “korkma” demek çözüm değildir;
önemli olan, neden korktuğunu fark etmesine alan açmaktır.
Eğitim politikaları, kız çocuklarının güvenliğini fiziksel olduğu kadar psikolojik olarak da garanti altına almalıdır.
Kadınların özgüvenini destekleyecek programlar, rehberlik sistemleri, kadın yurtlarında travma farkındalık çalışmaları yapılmalıdır.
Çünkü korkunun biyografisi yazılmadıkça, kadın kendi hikâyesini yazamaz.
Korku, kadınların hayatında bir gölge gibi dolaşır ama her gölge, bir ışığın varlığıyla oluşur.
Kadınlar o ışığı — yani farkındalığı — bulduklarında, korku artık yön vermez, yalnızca iz bırakır.
Ve o iz, geçmişin değil, direncin hatırasına dönüşür.
“Psikolojik Kontrat”: Kadın, Topluma Söz Vermiştir
Kadın, doğduğu andan itibaren toplumla görünmez bir sözleşme yapar: “Ben sessiz olacağım, siz de beni kabul edeceksiniz.”
Bu sözleşme, lise sonrası dönemde en net biçimde işler.
Kadın, topluma verdiği bu sessizlik sözünü bozmaktan korkar.
Kendini ifade eden, risk alan kadın, genellikle “değişmiş”, “feminist olmuş”, “yoldan çıkmış” diye damgalanır.
Toplumsal kabul görmek için kendi potansiyelini saklamayı öğrenir.
Çıkış Yolları: Kadınlar Yarıştan Değil, Kısıtlı Parkurdan Yoruluyor
Türkiye’de kadınların lise sonrası kopuşunu anlamak, yalnızca eğitim politikasıyla değil, kültürel psikolojiyle mümkündür.
Kadınlar aslında yarıştan çekilmiyor; yalnızca koşu parkurunun eğimi onlar için daha dik.
Eğitim sisteminde, toplumsal algılarda ve aile yapılarında köklü dönüşüm gerekiyor.
Çözüm yalnız devlette değil, kadının kendi farkındalığında da yatıyor:
Kız çocuklarının eğitimine erken yaşta özgüven temelli programlarla destek verilmelidir.
Üniversiteye geçişte kırsal bölgelerde kadın mentor ağları kurulmalıdır.
Kadınların görünürlüğünü cezalandıran kültürel söylemlerle yüzleşilmelidir.
Bir kadın kendi hikâyesini anlatmaya başladığında, toplumun kalıpları çatırdar.
Sonuç
Bir kız çocuğu üniversiteye gitmemeye karar verdiğinde, bu sadece bir bireyin tercihi değildir — bir ülkenin potansiyelinin eksilmesidir.
Kadınların çekilmesiyle birlikte, üretimin, yaratıcılığın ve düşüncenin bir kısmı da sessizce ortadan kaybolur.
Ama umut vardır. Her kuşakta birkaç cesur kız, kalıpları kırar; “görülmekten korkmam” der.
Ve işte o cümle, tarihin yönünü değiştirir.
Kadınların yarıştan çekilmesini değil, yarışın koşullarını değiştirmeyi konuşmak gerekir.
Çünkü kadınlar aslında kaybetmez; yalnızca sistemin adaletsizliğini fark ettiğinde, kendi oyununu kurmak için sahneden iner.
O sahneye yeniden dönmeleri, bir ülkenin yeniden doğuşudur.
Ezgi Ülkü Aykut
Kaynakça
• Aydın, D. (2021). Toplumsal Cinsiyet Rolleri ve Kadınların Eğitim Hayatına Katılımı Üzerine Nitel Bir İnceleme. Ankara Üniversitesi Sosyoloji Dergisi, 40(2), 157–184.
• Balcı, S., & Demir, A. (2020). Kadınların Eğitim Süreçlerinden Erken Ayrılma Nedenleri: Sosyo-Kültürel ve Ekonomik Bir Analiz. Eğitim ve Toplum, 28(3), 45–67.
• Başaran, F. (2019). Kadınların İş Gücüne Katılımında Görünmeyen Engeller: Türkiye Örneği. Uluslararası Çalışma İlişkileri Dergisi, 7(1), 23–52.
• KSGM (T.C. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü). (2023). Türkiye’de Kadınların Eğitime Katılımı ve Eşitsizlik Göstergeleri Raporu. Ankara: KSGM Yayınları.
• OECD. (2022). Education at a Glance 2022: OECD Indicators. Paris: OECD Publishing.
• TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu). (2024). İstatistiklerle Kadın 2024. Ankara: TÜİK Yayınları.
• UN Women. (2023). Gender Equality in Education and Employment: Regional Outlook for Eastern Europe and Central Asia. New York: UN Women.
• Yıldırım, N., & Karaca, E. (2022). Kadınların Eğitimde ve İş Yaşamında Karşılaştıkları Görünmez Engeller: Cam Tavan Sendromu ve Kültürel Kodlar. Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 52, 211–236.




Yorumlar