Yaratmanın Gölgesinde: Frankenstein
- Zehra Ekin Can

- 7 gün önce
- 2 dakikada okunur
Guillermo del Toro, sinemada “canavar” kavramını yalnızca korkunun değil, insanın kendi iç parçalanmışlığının bir temsili olarak ele alan ender yönetmenlerden biri. Pan’s Labyrinth, The Shape of Water ve şimdi hazırlık aşamasındaki Frankenstein uyarlaması, hep aynı sorunun etrafında döner: İnsan, yaratma arzusunun sınırlarını zorladığında kendi doğasını da dönüştürür mü? Del Toro’nun filmleri gotik bir estetikle masalsı derinliği birleştirirken, özünde hep politik birer alegoridir; faşizmin, patriyarkanın, teknolojik kibirin veya bastırılmış arzuların görünmeyen yüzlerini sahneye taşır. Yakın zamanda yapay zekâya karşı yaptığı sert çıkışlar da, onun sinema felsefesindeki temel çizgiyi doğrular: Ruhsuz bir üretimin karşısında, hatalarıyla insani olanı savunmak.

Mary Shelley’nin 1818’de yazdığı Frankenstein; or, The Modern Prometheus, yalnızca ilk bilimkurgu romanı olarak değil, aynı zamanda insanın bilgi ve iktidar arzusunun politik eleştirisi olarak da bir dönüm noktasıdır. Shelley, erkeklerin hâkim olduğu bilim dünyasında “yaratma” kudretini sorgulayan bir kadın yazar olarak, patriyarkanın tanrısal otoritesine meydan okur. Alt başlıktaki “Modern Prometheus” ifadesi, Yunan mitolojisinde insanlara ateşi getirerek tanrılara karşı gelen ve bunun cezasını çeken Prometheus’a bir göndermedir. Victor Frankenstein da tıpkı Prometheus gibi, tanrısal bilgiye erişmek ister; ancak onun armağanı ateş değil, yaşamın kendisidir. Shelley’nin bu benzetmesi, insanın bilgiyi ele geçirme ve doğaya hükmetme tutkusunun trajik sonucuna işaret eder. Del Toro’nun bu mirası devralırken yapacağı yorumun, yalnızca gotik bir yeniden anlatım değil, aynı zamanda çağdaş transhümanizm tartışmalarına bir yanıt olacağı açıktır.
Del Toro’nun Frankenstein’ı, insanın makinalaşmasına ve teknolojik arzularına dair etik soruların merkezinde konumlanıyor. “Tanrıyı oynamak” fikri bugün laboratuvarlardan veri merkezlerine, hatta algoritmalara kadar uzanmış durumda. İnsan, tıpkı Victor gibi, kendi yarattığı şeyin karşısında kim olduğunu unuturken, etik sınırları da giderek silikleşiyor. Del Toro’nun filminde bu çatışma muhtemelen yalnızca bir bilimsel deneyin sonucu değil, ruhsal bir travmanın dışavurumu olarak şekillenecek; tıpkı Freud’un tarif ettiği gibi, bastırılanın geri dönüşü olarak. Shelley’nin canavarı da, del Toro’nun sinemasında sıkça gördüğümüz o “öteki”: Toplumun dışladığı, korktuğu ama bir yandan da kendini onda bulduğu varlık. Freud’un id’i gibi, bastırılmış dürtülerimizin somutlaşmış hâli.
Canavar, aslında insanın kolektif travmalarının cisimleşmiş formudur. Freud’un “nesiller arası travma” kavramıyla okuduğumuzda, Shelley’nin metni ve del Toro’nun vizyonu arasında güçlü bir köprü kurulur. Victor’un yarattığı varlık, babasının günahlarının çocuğa mirasıdır; bir anlamda insanlık, kendi travmalarını sonraki kuşaklara biyolojik değil, kültürel olarak aktarır. Del Toro’nun görsel dili, karanlık tonları, detaylı set tasarımları ve dokunsal yaratık figürleriyle bu aktarımın sinematografik karşılığını sunar: Gözle görülemeyen duygulara beden verir.
Sonuçta Frankenstein, del Toro’nun ellerinde yalnızca yeniden çekilmiş bir klasik olmayacak; modern insanın aynası hâline gelecek. Yapay zekâ, genetik mühendislik ve veri ekonomisi gibi alanlarda “yaratma” kudretinin yeniden tanımlandığı bir çağda, Shelley’nin iki yüzyıl önce sorduğu sorular hâlâ yanıtlanmamış durumda. Mesele, insanın kendi yarattığı şeye bakarken artık kendini tanıyamamasıdır, fakat asıl dehşet belki de canavarın bizden farklı olmamasıdır.
Zehra Ekin Can




Yorumlar